Ana içeriğe atla

Stefan Zweig - Satranç

Stefan Zweig - Satranç


Stefan Zweig, 20 Ekim 1881 yılında Avusturya'nın başkenti Viyana'da dünyaya geldi. 61 yıllık yaşamında dünyanın gördüğü en kanlı savaşlardan biri olan son dünya savaşına bizzat tanıklık etti. Bu savaştan bir Avusturyalı olarak etkilendi ve bununla beraber karakterlerini ve hikayelerini de bu savaşın izlerini taşıyan şaheserler haline getirdi. 1920-1928 yılları arasında yazarlığının altın çağını "Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar, Kendileriyle Savaşanlar" adlı üç eserinin büyük ses getirmesiyle yaşadı. Bununla beraber yaşamı boyunca ona verilmek istenen tüm resmi ödülleri reddetti. 

19. Yüzyıl dönem itibariyle, gerek Avrupa'da gerek Asya'da sanatçıları acıyla besleyen olaylara ev sahipliği yaptı. Aynı yüzyılda ivme kazanan psikoloji bilimi, sanatın her dalında etkisini gösteriyor ve özellikle edebiyatçılara psikolojik analizi bahşederek kusursuz karakterlerin doğmasına neden oluyordu. 
Stefan Zweig'da derin bir psikoloji birikimiyle modern klasik edebiyatının baş köşelerinde yer aldı. 
Zweig her ne kadar yeni nesilde hikaya ve düz yazı metinleriyle tanınsada dünya edebiyatındaki asıl yerini kaleme aldığı biyografilerle sağlamlaştırmıştır. Biyograflerini yazdığı şahsiyetlerin psikolojik analizlerine önemli yer vererek tüm maharetini konuşturmuştur. 

Avrupaya dehşet saçarak yayılan Naziler sonucunda vatanından ayrılarak önce İngiltere sanrasında Amerikaya yerleşti, son olarak Brezilya'da, Gestapo'nun şerrinden çok uzaklarda yaşamını sürdürürmeye başladı. Savaştan uzakta olması dünyanın yaşadığı korkunç olaylara gözlerini kapatmasına yetmedi. Sıklıkla onu ziyarete gelen babası ve abisinden savaşın yıkımlarını haber aldı. Dostlarına yazdığı son mektupta "Sizler yeni bir gün doğumunu bekleyebilirsiniz, benim buna gücüm kalmadı..." diyerek, 1942 yılında ikinci eşi Lotte Zweig ile beraber ölümü seçti. Dünya edebiyatının biyografi kategorisinde bir eşi daha bulunmayan Montaigne'nin hayatını ölmeden hemen önce tamamladı. Son zamanlarında tamamladığı diğer eseri ise bugün bu yazının yazılma sebebi olan "Satranç" adlı öyküsüdür. 

Satranç; New York'tan Buenos Aires'e giden bir yolcu gemisinde yaşanmaktadır. Bu gemide tamamen tesadüfen karşılaşan üç kişi; yani dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve dünya satranç şampiyonunu yenmesini geçmişindeki sancılı ve değişik olaylara borçlu olan başkahramanımız Dr. B. öyküyü oluşturur. 
Bu yazıda öykü hakkında spoiler vererek heycanlı okuyucularımızın tadını kaçırmamak için olay örgüsünü anlatmamaya özen göstereceğiz. 
Değinmek istediğimiz asıl konu, bu kısacık öyküde Zweig'ın işlediği, modern işkence yöntemlerinin asıl amacının insan psikolojisini çökertmek üzere çalıştığıdır. Belkide Kılıçlardan önce beyinlerin çarpışması Gestapo'nun temellerini attığı savaş stratejilerinden biridir. 
Satranç, siz kendinizi olay örgüsüne kaptırırken, farkında olmadan karakterleri içselleştirdiğiniz ve psikolojilerini yazarın tuttuğu ışık vasıtasıyla gördüğünüz tam bir son dakika golü. 

Avrupa edebiyatının en önemli deneme yazarlarından biri olan ve bir süre Nazi kamplarında tutulan Jean Amery; Nazilerden bahsettiği bir yazısında, kamplara gönderilen aydınlar için ilk doğan sonucun "entellektüel ölüm" olduğundan söz eder. İşte bahsettiğimiz Satranç entellektüel bir ölümün nasıl gerçekleştirildiği ve bu ölüm sonucunda kişilerin nasıl arafta sıkışıp kaldığını gözler önüne seriyor. 

Yazıya bir okuyucu olarak öykünün beni en derinden etkileyen yerini alıntılayarak nokta koyacağım... 

"...Dostumuza da bu dilsiz bekleyiş bize olduğu kadar dayanılmaz geliyordu. Bir anda ansızın ayağa kalktı ve sigara salonunda aşağı yukarı gidip gelmeye başladı, önce ağır ağır, sonra biraz hızlı, sonunda da iyice hızlı dolaşmaya koyuldu. Hepimiz ona biraz şaşkınlıkla bakmaktaydık, fakat hiç kimse benden daha tedirgin değildi, çünkü bu bir aşağı bir yukarı yürüyüşün bütün şiddetine rağmen adımlarının hep aynı uzam parçasını ölçmekte olduğu dikkatimi çekmişti; sanki her defasında boş odanın ortasında onu geri dönmeye zorlayan görünmez bir engele çarpıyordu. Ve tüylerim ürpererek anladım ki, bu gidiş geliş kendisi bilincine varmaksızın bir zamanlarki hücresinin bir röprodüksiyonunu çıkarmaktaydı: Hapis kaldığı aylar boyunca, tıpkı kafese kapatılmış bir hayvan gibi, böyle aşağı yukarı koşuşturmuş olmalıydı, tıpki şimdiki gibi elleri birbirine kenetlenmiş, omuzlarıda büzülmüş olmalıyd; evet orda böyle, başka türlü değil, hep böyle, donuk, ama ateşli bakışlarında deliliğin kırmızı ışıklarıyla birlikte belki bin kez gidip gelmiş olmalıydı..."

Yorumlar